Avrupa Birliği’nin ara güç konumu
Almanya-Fransa ekseninde kurulan Batı Avrupa ise, coğrafya olarak Avrasya’ya
dahil olmakla birlikte, siyasal düzlemde, şu an ABD ile Asya arasında kalan ara
güç konumundadır. Ara güç, her zaman bölünür ve bugün de bölünmektedir.
İngiltere, ABD’nin Atlantik cephesinde yer alırken, Almanya ve Fransa yüzlerini
Asya’ya çevirmiş bulunuyorlar. Avrupa’nın değişmez şeflerinden ve Almanya eski
Başbakanı Helmut Schmidt, bir ay kadar önce yayımlanan Die Maechte der Zukunft
(Geleceğin Devletleri) adlı kitabında aynen şöyle diyor:
“Kıta Avrupası milletlerinin çoğunluğu için, görünen gelecekte, Amerikan
emperyalizmine gönüllü olarak boyun eğmek için, ne stratejik bir neden vardır,
ne de ahlaki bir neden… Biz, evet deyiciler haline gelerek yozlaşamayız. ABD,
gelecek onyıllarda Avrupa Birliği’nden daha işbitirici olacak olsa da, hatta
Amerikan hegemonyası daha uzun bir geleceği kapsayacak olsa bile, Avrupa
milletleri onurlarını korumak zorundadırlar. Onur, kendi vicdanımıza karşı
duyduğumuz sorumlulukta ısrar etmeye dayanır.”
Bu satırlar, Avrupa Birliği’nde gelişen ve gittikçe hakim olan eğilimi
yansıtmaktadır. Ancak yine de Batı Avrupa, şu an için bazen Atlantik, bazen Asya
saflarına yalpalayan bir güç konumundadır. Avrupa Birliği’nin krizini belirleyen
durum da burada saklıdır.
Avrasya’nın bağrına dayanan hançerler
ABD ile Avrasya ülkeleri arasındaki saflaşma, hem dış cephededir, hem de iç
cephelerde.
Bizim Namık Kemal’imizin o dizesi akılımızdan hiç çıkmaz: “Vatanın bağrına
düşman dayamış hançerini”. Bugün bizim büyük vatanımız olan Avrasya’nın durumu
tam da böyledir. ABD hançerini Felluce’ye dayamıştır; Musul’a, Kerkük’e,
Telafer’e dayamıştır.
ABD, hançerini Kuzey Kıbrıs’a dayamıştır. Kıbrıs, Agratur ve Dikelya üsleri
üzerinden kısmen ABD işgali altındadır ve Annan Planı, aslında Kıbrıs’ın
bütünüyle ABD işgali altına alınması planıdır.
Filistin’in bağrında, zaten hep o hançer saplıdır.
Afganistan’a dayanan hançer, aynı zamanda Çin’e, Rusya’ya, İran’a ve
Pakistan’ın bağrına uzanmaktadır.
En son Ukrayna da, o hançerle bölünme tehdidi altına girmiştir.
ABD, Avrasya’yı cepheden tehdit etmek yanında, iç hatlardan da kuşatma
hamlesi içindedir. Etnik bölücülük, dinsel aşırılık ve uluslararası terör,
ABD’nin Avrasya’yı iç hatlardan kuşatma araçlarını oluşturuyor.
“Uluslararası terör” hurafesi
Geçerken “uluslararası terör” denen cine veya hurafeye değinmek zorundayım.
Çünkü Eski Rusya Başbakanı Primakov gibi bir çok ciddi Avrasyacı bile bu
hurafeye inanmış gibi gözüküyorlar. Birleşmiş Milletler kararları zaten bu
hurafeyle doludur.
Bizce bugün devletlerden bağımsız bir uluslararası terör yoktur. Büyük
devletle ilişki, çağımızda ciddiye alınacak bütün terör örgütlerinin tunç
yasasıdır. Ciddiye alınacak bütün terör eylemleri, en sonunda o eylemleri
örgütleyecek ve destekleyecek bir devletin varlığına işaret etmektedir. Bu
nedenle hiç kimse kendisini ve başkalarını aldatmamalıdır. Örneğin Doğu
Türkistan, Çeçen ve Kürt maskeli ayrılıkçı terörün arkasındaki süper devleti,
Çin dahil sanırım herkes bilmektedir. Uluslararası terörün arkasındaki esas güç,
ABD’dir.
O zaman dünya kamuoyu niçin devletlerin dışında bir terör heyulâsıyla
aldatılmaktadır? ABD ile yüz yüze gelmeyi erteleme taktiği midir bu? Gerçeğe
dayanmayan taktik, her zaman sahibini vuran taktiktir. Bu olay, masanın
çevresine oturup ruh çağıran kimselerin birbirlerini aldatmalarına
benzemektedir ve zarara uğrayanlar da, ruh çağıranların kendileridir. Avrasya
ülkeleri, ABD tehdidini birbirlerine ciro etmek gibi geçersiz oyunları artık
bırakma zorunluluğuyla yüz yüze gelmişlerdir. Çin, Rusya, Türkiye ve herkes bunu
anlamak durumundadır. Tehdidi görmenin diğer yüzü, dostları görebilmektir.
Birbirine güven sorununu aşmanın biricik yolu budur
ABD’yi esir eden cephe
ABD’nin Avrasya coğrafyasındaki son terör sabıkalarına bakacak olursak, Irak,
Türkiye, İran ve Suriye’ye karşı Kürt maskeli ayrılıkçı terör; Rusya’ya karşı
öncelikle Çeçen maskeli ayrılıkçı terör; Orta Asya cumhuriyetlerine karşı gerici
terör; Çin’e karşı Doğu Türkistan maskeli ayrılıkçı terör; bunların hepsi gözler
önündeki olgulardır. ABD’nin etnik bölücülüğü ve dinci gericiliği kullanarak
yönelttiği bu tehditler, bir yandan Avrasya ülkelerini iç hatlardan kuşatma
girişimidir; ancak aynı zamanda ABD’nin dünyanın her yanına yayılan çok geniş
bir cephe açtığını gösteren olgulardır. ABD, bu geniş cephenin esiri olmuştur ve
savaşı bu geniş cephede kaybetmektedir, kaybedecektir.
Ancak ABD’nin yenilgiye uğradığı gerçeğini, öncelikle o geniş cephede tehdit
edilen ülkelerin görmesi gerekiyor. Tehdidi birlikte göğüslemek yerine, belâyı
başkasının üzerine yıkmak, kurnazca görülse bile, dar görüşlülüğün ifadesidir.
Tehlikeyi başkasına ciro etme açıkgözlüğünün ne kadar ağır faturalara yol
açtığını, o politikaya başvuranlar tarih boyunca görmüştür. Örneğin 1938 Münih
Sözleşmesi’nin bedelini, o sözleşmeyi yapan İngiltere ve Fransa çok ağır
ödemiştir. Hitler’i bir başkasının üzerine sürerek Hitler’den kurtulma imkanının
bulunmadığını, sanırım artık öğrenmeyen kalmamıştır. Bu Avrasya toplantısı,
özellikle bu taktik sığlıktan kurtulmak ve ortak tehdit altındaki ülkeler
arasında güven ortamı yaratmak için düzenlenmiştir. Birbirimize yardımcı olmamız
gerekiyor.
Geniş Avrasya cephesi, bir yönüyle ABD’nin ne kadar büyük bir hırsa sahip
olduğunu göstermektedir; bir yönüyle de ABD’nin kuvvetini üstesinden
gelemeyeceği kadar geniş bir savaş alanına yaydığını.
Avrasya ittifakı
Avrasya açısından baktığımız zaman, ABD’nin dış ve iç hatlardan açtığı bu
cepheler, birer ittifak cephesidir.
Dünya efendiliğine kalkışan ABD, Avrasya ittifakını zorunlu kılmıştır. Hiç
kimse bu ittifaktan uzun boylu kaçınamaz. Bugün en ön cephede bulunan Irak,
Türkiye, İran, Suriye, Rusya ve Ukrayna için, bu ittifak hızla varlık yokluk
sorunu haline gelmektedir ve bu nedenle yakıcıdır. Çin Halk Cumhuriyeti’nin
zaman kazanma gayretleri, sadece zaman kazanma gayretidir. Çin’in hesaplaşmayı
ertelemek için, barış ve istikrar etkenlerini olduğundan büyük değerlendirme
çabaları, artık yerini gerçeğin soğuk yüzünü görme gerçekçiliğine bırakmaktadır.
Herkes bilmektedir ki, ABD’nin stratejik düşmanı Çin’dir. Bu nedenle Çin, ne
zamana kadar cephe gerisinde durabilecektir; bu ABD’nin kararlaştıracağı bir
sorun olarak gözükmektedir. ABD, Çin’in önlenemez yükselişini barışçı yoldan
sineye çekebilecek midir, karar konusu budur. Şu anda bu yönde bir belirti
gözükmüyor. Tam tersine ABD, Çin’in yükselişini daha erken bir aşamada durdurmak
gibi çılgınlık peşindedir.
Biz tarihten biliyoruz ki, dünya dengeleri bugüne kadar barışçı yollardan
değişmedi. İnişe geçen güç, yükselen ülkenin kendisini geçmesine barışçı yoldan
razı olmadı. Dünya savaşları da bu yüzden çıktı. Bugün dünya, bölgesel ve hatta
daha geniş çaplı savaş tehdidi altındadır. Bu nedenle her taraftan kan ve barut
kokusunun yükseldiği koşullarda, barış hayallerine kapılmak yerine, saldırganı
dizginleyecek kararlı politika ve pratikler üretmek, daha doğru olacaktır. Dünya
tarihinde bütün barış zaferleri böyle kazanılmıştır. Bunu en iyi Çin tarihini
yaşayanların bilmesi gerekir.
Türkiye topun ağzındaki ülkeler arasındadır
Türkiye’ye gelince, topun ağzında olduğumuzu görmek için daha neyi yaşamamız
gerekiyor? Kıbrıs ve Kuzey Irak’ta yüz yüze geldiğimiz tehdit ve iç cephede Batı
destekli bölücülük ve Haçlı irtica, bizi uyandırmıyorsa, kim uyandıracaktır? AB
kapısında çarmıha gerilen Türkiye, gerçekten de Sayın Gazi Üniversitesi
Rektörümüz Prof. Dr. Kadri Yamaç’ın kibarca deyişiyle plastikleşmiş, adeta
plastikten devlet haline dönüşmüştür. Türkiye Cumhuriyeti, hele Tayip
Erdoğan’ların yönetimi altında, Türkçe’nin çok zengin ifade olanaklarıyla
devletimsi, devletimtrak denebilecek bir hale düşmüştür. Kanunlar da, pamuk ve
tütün gibi dışardan ithal edilmeye başlanmış ve milletvekilleri de 12 milyon
insanımız gibi işsiz kalmıştır. Böylece işsiz sayımız, devlet egemenliğini
yitirdiğimiz bu koşullarda 12 milyon 550’ye yükselmiştir.
Kıbrıs ve Ege’de karşılaştığımız tehditler, vatanımızın güneydoğusunda Kukla
Kürdistan kurma iddiaları, İstanbul’un Patrikhanenin payitahtı haline
getirilmesi girişimleri, Ermeni soykırımı dayatmaları, 300 milyar dolar toplam
borca batan ekonomimizin haciz tehditleriyle karşılaşması vb, bütün bunlar
Türkiye’nin artık bir cephe ülkesi haline geldiğini gösteriyor.
Her yandan kan ve barut kokusunun yükseldiği bu koşullarda, artık şiddetin
geçerli olmadığı hâyâllerini yaymak, vahim bir yanılgıdır. Bu yanılgıya köşe
yazarları kapılsalar yine neyse, ancak aynı yanılgının Türk Ordusu’nun en üst
kademelerinde yankı bulması, çok ağır faturalar getirir. Yeni Milli Güvenlik
Siyaseti Belgesi konusunda basında çıkan haberlerin doğruluğuna inanmıyoruz. Bu
haberlerde artık devletler arasında savaş tehdidinin geçerli olmadığı gibi
saptamaların yapıldığından söz edilmesi, olsa olsa psikolojik savaş
görevlilerinin işidir kanısındayız. Tam tersine Türkiye, Birinci Dünya
Savaşı’ndan bu yana ilk kez devletler arası savaş tehdidiyle yüz yüzedir. ABD,
Irak’ı işgal ederek ve Güney Kıbrıs’a üslenerek komşumuz olmuştur ve Türkiye’yi
işgal tatbikatları yapmıştır. 2002 yılında Lozan’ın yıldönümü olan 24 Temmuz
günü başlatılan ve ABD tarihinin en büyük tatbikatı olan bu uygulama, “Bin Yılın
Meydan Okuması” (Millenium Challenge) gibi iddialı isimler taşımaktadır. Bizi
tehdit eden güç, bizim “bin yıllık” direnme kabiliyetine sahip olduğumuzu kabul
etmiş olmaktadır. Kaldı ki, tatbikatın uygulamasına da geçilmiştir. 4 Temmuz
2003 günü, ABD birliklerinin Süleymaniye’de silah kullanarak Türk subay ve
astsubaylarının başına çuval geçirmesi, bir savaş ilanıdır. Savaş bu aşamada
silaha silahla cevap vermediğimiz için ertelenmiştir.
Üstelik Türkiye, Çin, Rusya ve İran’dan farklı olarak, içerden, hem de
hükümet mevzilerinden de vurulmaktadır. O kadar ki, Başbakan koltuğunda oturan
Tayip Erdoğan, 15 Şubat 2004 akşamı Kanal D camından, “ABD’nin Büyük Ortadoğu
Projesi içinde Diyarbakır’ı merkez yapacağız” diyerek, ABD’nin görevlisi
olduğunu ilan etmiş ve Türkiye’yi bölme senaryolarında rol aldığını itiraf
etmiştir.
Haçlı irticayı temsil eden iktidar, ABD’nin kriz bölgelerine müdahale
misyonunu yerine getireceğini, hükümet programına yazmıştır. İktidar sahipleri,
Türkiye’yi Avrasya kapılarına vurulacak koçbaşı haline getirme tertiplerinin
içindedir. O halde bu felâket senaryosundan kurtulmamız, yalnız Türkiye’nin
değil, bütün Avrasya’nın meselesidir. Türkiye’nin milli kuvvetleri, bu nedenle
bütün Avrasya ülkelerinden dayanışma bekleyecek bir nesnel zemine sahiptirler.
İki seçenek yok
Bu koşullarda Türkiye, ABD ve AB’nin dünya ekonomisindeki paylarının
büyüklüğüne gönderme yaparak, tercihte bulunamaz. Bizim tercihimizi, dünyanın en
büyük ekonomisinin hangi devlette olduğu sorusu belirlemez. Bizim tercihimizi,
en başta Türkiye’nin bağımsızlığı, toprak bütünlüğü ve millî stratejimizin
güvenliği, başka deyişle Kemalist Devrim’i tamamlama hedefimiz belirler. Bu
durumda Türkiye’nin önünde iki seçenek bulunmuyor, tek seçenek bulunuyor. O
seçenek, devrimle kurduğumuz milli devlettir.
Devrimimizi kaybettiğimiz zaman devletimizi de kaybetmeye başladık. Öyleyse
Kemalist Devrim’i tamamlamak, Türkiye’yi bu temelde yeniden kurmak durumundayız.
İttifaklar, bu stratejiye göre biçimlenecektir.
50 yıllık Küçük Amerika süreci sonunda bir muhasebe yapacak olursak, tek
cümleyle, Atlantik’te boğuluyoruz. Atlantik’in bize dayattığı programla
devletsizleşiyoruz, cumhuriyetsizleşiyoruz ve milletsizleşiyoruz. Biraz daha
boynumuzu uzatmaya devam edersek, bu sürece direnme olanaklarımızda çok daha
büyük zaaflar oluşacak. O nedenle ABD, isterse dünya ekonomisinin yüzde 90’ına
sahip olsun, Türkiye, eğer varolacaksa, Atlantik diye bir seçenekten artık
yoksundur. Pentagon raporları, Türkiye’yi küreselleşme karşısındaki ciddi
tehditler arasında görmektedir. Başka deyişle ABD, Türkiye’yi stratejik
düşmanlar listesine almıştır. Üstelik Türkiye cephe ülkesidir.
Türkiye’nin ön cephe olması ve tehdidin yakıcılığı, bir bakıma Türkiye’nin
şansı olarak da değerlendirilebilir. Bu durum, Türkiye’ye Avrasya’da anahtar bir
konum kazandırmıştır. Türkiye, 1999 yılında Clinton’un da belirttiği gibi,
Asya’nın anahtarıdır. Ancak bilindiği gibi anahtar, kapıyı açar da, kilitler de.
Türkiye, Avrasya kapısını kilitlemeye mecburdur. Çünkü o zaman kendi kapısını
kilitlemiş olacaktır.
Önce biz kendimizi savunacağız
Kıbrıs ve Kuzey Irak sorunlarını, öncelikle hukuk düzleminde savunmak yerine,
olası müttefiklerimizin çıkarları zemininde anlatmak, çok daha verimli sonuçlar
getirir. Kimse bize, daha çok vurulduğumuz, daha çok kırıldığımız için dost
olmayacaktır. Ancak Kıbrıs ve Kuzey Irak, artık herkes için, Araplar için de,
İran için de, Rusya için de, Ukrayna için de, Çin için de, evet Okyanus’tan
Okyanus’a bütün Avrasya için ön cephe haline gelmiştir. Kıbrıs’tan Kuzey Irak’a
uzanan hat, yalnız Türkiye’nin değil, bütün insanlığın ön cephesidir. Rusya’nın,
İran’ın, Çin’in savunmaları, artık Kuzey Kıbrıs ve Kuzey Irak’tan başlamaktadır.
Bunu ilerde daha çetin koşullarda kavramak yerine, bugünden anlamak ve KKTC’ye
açılım sürecini başlatmak, herkesin yararınadır ve Avrasya politikasının
öncelikleri arasındadır. Ancak Avrasya ülkelerinin KKTC’yi savunmaları için,
önce Türkiye’nin KKTC’yi savunması gerekiyor. Açık söyleyeyim, Avrasya
hükümetlerinin yöneticileriyle yaptığımız görüşmelerde, çok sık duyduğumuz cümle
şudur: Türk hükümeti, KKTC’yi tanımamızı istemiyor ki, biz de tanıyalım. Evet
acı gerçek budur. Bugünkü iktidar sahipleri, başka devletlerin KKTC’yi tanıma
eğilimlerinin karşısına dikilmekte ve bu yöndeki girişimleri açıkça
baltalamaktadır.
Biz kendimizi savunma kararı almadan, başkalarından bunu beklemek, safdillik
olmuyor mu? Türkiye kendini savunmaya karar verirse, müttefiklerini bulacaktır.
Önce müttefikleri garanti edeyim, sonra vatanımı savunmayı düşünürüm tutumu,
Türkiye’yi parçalamak isteyenlere yardımcı olmaktır.
Kuzey Irak’ta kurulan ikinci İsrail’in bozulması için, Türkiye, İran ve
Suriye doğal müttefik konumuna gelmişlerdir. Rejimler ne olursa olsun, bu
ülkelerin bütünlüğü birbirine bağlanmıştır. Irak’ın bütünlüğü, tek tek bütün
Avrasya ülkelerinin bütünlüğüdür.
Türkiye’nin kendisini savunmaya karar vermesi, Almanya ve Fransa’nın olumsuz
tavırlarını değiştirmesine de yol açabilecektir. Almanya ve Fransa, Kıbrıs’ı
çoktan ABD’ye kaptırmış bulunuyorlar. Çünkü oradan Türk ordusunu atma iddiasını
gündeme koyarak, aslında kendilerini devre dışı bırakmışlardır. Çünkü Avrupa
Birliği’nin Türk Ordusu’nu Kıbrıs’tan silahla çıkartma kabiliyeti yoktur. ABD’de
o kabiliyet ne kadar vardır, bu da Türkiye’nin tavrına bağlıdır. Kıbrıs’ta
ABD’nin bütün adayı işgal tehdidine karşı sağlam duran bir Türkiye, Almanya ve
Fransa’nın tavrını değiştirebilir. Tıpkı Kurtuluş Savaşı’nda Sakarya zaferinden
sonra Fransa’nın Devrimci Ankara hükümeti ile anlaşma yapmak zorunda kalması
gibi. Tabii 5 bin Fransız askerini Güney topraklarımıza gömdükten sonra. Yine
bir kararlılık sorunuyla karşı karşıya gelmiş bulunuyoruz.
Kemalist Devrim yoksa Türkiye de olmuyor
Sorun nereden çıkıyor? Türkiye’de geniş kesim, denge hesaplarını, bağımsızlık
ve milli devlet kararının önüne çıkarmıştır. Dengeler olanak verirse devletimi
savunurum, bu olanak yoksa devletsiz kalmaktan başka çare yok noktasına
gelinmiştir. Ne yazık ki, Türk Silahlı Kuvvetleri içinde bile “dar askeri bakış
açısı” diyebileceğimiz böyle bir yanlışa rastlanmaktadır.
Yığınakta yapılan hata, giderilemez. Yanlış strateji, doğru taktiklerle
düzeltilemez. Milli d stratejisini terk ettikten sonra, doğru politika ile
durumu kurtarma olanağı yoktur. Yanlış strateji, doğru politikaları da
aşındırmakta ve yok etmektedir. Türkiye, son elli yılda Kemalist Devrim’den
vazgeçtiği için krize yuvarlanmıştır. Aslında biz evrensel bir gerçeği, Fransız
Devrimi’nden bu yana yaşanan dünya gerçeğini terk ettik. Milli devlet yoksa,
zenginleşemez ve özgürleşemezsin. Define bularak veya piyango çekerek
zenginleşmiş bir millet yoktur. İngiltere, Fransa, ABD, Almanya, Japonya, Rusya
ve Çin: Bütün sanayileşme ve kalkınma atakları, yalnız ve yalnız milli devletle
gerçekleşti.
Öyleyse Türk meselesi, önce kayıtsız şartsız milli devlete sahip olma
meselesidir. Bugün böyledir, dün de böyleydi. Kemalist Devrim’le çözdüğümüz bu
mesele, Kemalist Devrim’in yıkımı sonucunda yeniden önümüze çıkmıştır.
Avrupa Birliği’ne üye olmak, bizim için milli devletten vazgeçmek ve
devletsiz kalmaktır. Bizi AB kapısına ABD bağlattı ve orada denetim altına aldı;
böylece yeniden Kemalist Devrim rotasına yönelmemizi önledi. Bunu açıkça
belirtiyorlar. O nedenle ilk iş, AB kapısındaki bağlarımızı çözeceğiz, aday
üyelikten çekileceğiz ve Avrupa Gümrük Birliği’nden çıkacağız.
Kefeni giymek gerekiyorsa
Demek ki, en başta ‘21. yüzyılda bizim bir milli devletimiz olacak’ kararını
vereceğiz. Bu karar, stratejik bir karardır. Bu kararı almak için hesap kitap
olmaz. Bu kararı almadan hiçbir şey olmaz. Öyleyse kefeni giymek gerekiyorsa,
kefeni giyecek ve bu kararı alacağız. Ölümü göze almak, bazen yaşamanın
şartıdır. “Ya istiklal ya ölüm” sözü böyle bir durumda söylenmiştir. Bilmek
gerekir ki, küreselleşme döneminde istiklâlin fiyatı bir hayli yüksektir. Ancak
bağımsızlığı kaybederek ayak altında kalmanın fiyatı, çok ama çok daha
yüksektir.
Milli devlet demek Türkiye için, Kemalist Devrim’i tamamlamak anlamına
gelir. Kemalist Devrim gitti mi, milli devlet de gidiyor. Bizim için biricik
çağdaşlaşma modeli, milli devlettir, yani Kemalist Devrim’dir. Son elli yılın
muhasebesi özetle budur.
Çöken ve yükselen uygarlık
Kemalist Devrim’in modası geçmedi, yeniden oraya geldik. Dünya da oraya
geldi. Çin’e bakınız, son elli yılın Çin harikası ile 1930’ların Türk mucizesi
üç aşağı beş yukarı aynı programdır. Doğu ülkeleri, demokratik devrimlerini
gerçekleştirmek için, bağımsız bir cumhuriyet kurmak yanında halkçı, devletçi,
laik ve devrimci olmak zorundadırlar. Bütün Doğu devrimlerinin programı özetle
budur.
Halkçı ve devletçi çözümler, hele bugün yeniden insanlığın gündemine
girmektedir. Emperyalist kapitalist sistem mafyalaşmıştır. Bu nedenle ABD
ekonomisi 500 milyar dolar dış ticaret açığı ve yine o kadar bütçe açığı
vermektedir. ABD’nin tepesine en çılgınların, gözü kara savaş çetelerinin
oturmasının nedeni budur. ABD, dünyaya refah götürmediği gibi özgürlük de
götürmüyor. Sistem çökmektedir. Bunu artık Batı’nın liderleri itiraf ediyor.
Eski Alman Başbakanı ve Avrupa şeflerinden Schmidt, yukarda andığım son
kitabında Batı uygarlığının inişe geçtiğini ve 21. yüzyılın uygarlığının artık
Asya’dan yükseldiğini belirtmekte ve Çin’in bu yükselişin lokomotifi olduğunu
vurgulamaktadır.
Doğrudur bunlar. Bu açıdan Atlantik ile Avrasya arasındaki çelişme, aslında
çöken bir sistem ile yükselen yeni uygarlık arasındaki çelişmedir. Yükselen yeni
uygarlığın özel çıkar ve bireysel kâr dürtüsüne dayanmayacağı da gözükmektedir.
Dünkü oturumda Azerbaycan Büyükelçisi Sayın Mehmet Aliev, bu sistemde doğanın
yıkıma uğradığına işaret etti. Kapitalizm, dünyanın damını delmektedir. Ozon
tabakasındaki deliği hangi holding kapatabilir? Artık insanlık kolektif ve
kamusal çıkara öncelik vererek çözebileceği sorunlarla karşı karşıya gelmiştir.
21. yüzyılın yükselen değerleri, bireycilik değil toplumculuk, özel çıkar
değil kamu çıkarı, bireysel kâr değil kamu hizmeti olacaktır. Bu nedenle
Atlantik ile Avrasya arasındaki çelişme, denizler ile karalar arasındaki
çelişmede odaklanan jeopolitik mantığı içinde açıklanamaz. Çelişme, sistemler
arası çelişmedir; uygarlıklar arası çelişmedir. Özel çıkarcılık ile toplumculuk
arasındaki çelişmedir son tahlilde. Avrasya’nın yeni bir uygarlık modeli
olmasının nedeni de buradadır. Sanıyorum Aleksandr Dugin dostumuz ile farklı
düşündüğümüz nokta burada düğümleniyor.
Ve bir zamanlar Wittfogel gibi emperyalizmin teorisyenleri tarafından
gerilik nedeni sayılan Avrasya’nın devletçiliği ve kamuculuğu, aslında yükselen
uygarlığın büyük tarihsel mirasıdır.
Avrasya çocuklarıyız
Dünyanın küçüldüğü çok sık vurgulanıyor. Küçülen dünyada vatanlar da
küçülüyor. Türkiye, bizim küçük vatanımız; Avrasya ise büyük vatanımızdır.
ABD tehdidi karşısında ülkelerin kendilerini tek tek savunmalarındaki
zorluklar, teslimiyet gerekçesi olarak kullanılıyor. Oysa ABD tehdidini
dengeleyecek ağırlıklar oluşmuştur. ABD’nin parçalamak ve denetim altına almak
istediği coğrafya, bugün aynı zamanda ABD’ye direnmek zorunda olan coğrafyadır.
Bu koşullarda her milletin kendi vatanlarından daha büyük ortak savunma alanları
oluşmuştur. Avrasya milletlerinin her birinin kendi küçük vatanları vardır. Öte
yandan Avrasya denen büyük vatanları da vardır. Küçük vatanlarımızı büyük
vatanımız içinde savunabiliyoruz. Öte yandan küçük vatanlarımızı savunurken,
büyük vatanımıza yönelen tehdidi de göğüslemiş oluyoruz.
Biz Türkler, Avrasya çocuklarıyız. Her Türk Avrasyalıdır ve her Avrasyalı da
biraz Türk’tür. Dünya tarihinin belki de en fazla göç eden kavmi olan Türkler,
Avrasya coğrafyasının her tarafına yayılmışlar ve bu coğrafyanın bütün kavimleri
ile harmanlanmışlardır. Yine Türkler, yalnız Avrasya’nın ekonomik ürün
ticaretinde değil, aynı zamanda kültür alış verişinde de en çok alan ve en çok
veren halklar arasındadırlar; hatta belki de o halkların başında gelirler. Bu
nedenle Türkler, hem insan varlığıyla, hem de kültürel varlığıyla Avrasya
çocuğudur; Avrasyalıdır.
Avrasya uygarlığına büyük devletler kurarak, büyük ordular örgütleyerek,
çeşitli kavimleri Türk adı altında kaynaştırarak, devletçiliğimizle,
kamuculuğumuzla büyük bir tarihsel miras kattık. Bu miras, aynı gelenekler
içinde yoğrulan Türk, Çin, İran ve Rus imparatorluklarının ortak mirasıdır.
Patent, hepimizindir; başka deyişle Avrasya damgasını taşımaktadır.
Avrasya bu açıdan yalnız bir gelecek değil, aynı zamanda muhteşem bir
geçmiştir. Bu muhteşem geçmişin bilincinde olmak, aynı zamanda Batı dünyası ile
barış içinde yaşama açısından bulunmaz bir yetenek sunmaktadır. Çünkü Avrasya’da
ırkçılık yoktur, kavmiyetçilik yoktur, Avrasya’da birilikte yaşama kültürü
vardır.
Avrasya, kamuculuğu yanında, birlikte yaşama kültürüyle de yükselen uygarlığı
temsil etmektedir.
Dünyanın geleceğini Avrasya belirleyecektir.
Gezegenimiz Atlantik çağından Avrasya çağına geçişin sancılarını
yaşamaktadır ve bu sancılar büyük bir devrimci yükselişin habercisidir.
Avrasya, 21. yüzyıl devrimlerinin coğrafyasıdır.